Şair Uğur Karaca’nın “yüzümdeki patika”sında Çağrışım
Zaman, kendi gerçekliğini, insanoğluna bir nice yolla hissettirir. Duygu dünyasını öyle bir işler ki kimi zaman ağız dolusu sevinç ve ışıklı bir dünya, kimi zaman da durmadan kanayan bir yara ve alabildiğine karanlık bir ufuk sunar insanoğluna. Her iki sununun da izleri derindir zamanın yüzümüzdeki patikasında. Levh-i mahfuzumuzdaki künyemiz bundan ibarettir. Şikâyetimiz de kaçışımız da tutsaklığımızda bunadır. Zamanın kendine dair bu derin izlerinden ne çok kaçarız ve ah ne çok kaçamayız. Ve ondan kurtuluş ne çok ütopyamızdır. Ve yine o ne çok imkânsızımızdır. O ise yüzümüzdeki patikasına ya da Levh-i Mahfuzumuza kahrolası izlerini, derin derin kazıyarak gider. Onun için günlüklerimiz, düşlerimiz, yüzlerimiz; bu derin izlerle ve ütopyalarla doludur.
Kaçsan kaç yazar? Durmanın olası var mı ki? Ya da firari serüvenler ne gün başlar? Nereden nereyedir göçü? Sahiden niçin bu firarı hal? Ne kadar mesafede bu serüven konulu rüyalar? Yoksa
“anahtarı kirpiklerine asılı bir rüyanın
ilk sözü serüven”
dediği kadar yakınımızda mı firari hal? Öyle olmalı.
Çünkü; İnsan düşünmeye başladığı gün itibariyle firaridir; ötelere, düşlere, düşüncelere, rüyalara, hayallere, uçsuz bucaksız iklimlere doğru hep göç yolundadır, hep göçebedir hem de duraksız bir göçebe. Gördüğü, görebildiği, ele alıp bir rüyanın kilidine anahtarı çaldığı gün göçebedir insan. Hem öyle bir göçebelik ki bazen, bir ışık hızı, bazen bir galaksinin döngüsü kadar, bazen de bir yorgun işçinin iş dönüşü hızında… Yeni düşlere, yeni diyarlara… Hem de yeni bir merhabaya ve elvedaya hazırlanarak… Bir yeni serüvene, bir hoş gelip, hoş bulmaya sevdalanarak. Ancak serüvenin yeri ve yönü ne yana olursa olsun her gidiş ayrılıktır, her güle güle bir ağlama halinin duasıdır, iyiye yorulan dilektir, güle güle kaçınılmazından;
“iç çekişlerinle büyüyen
patika aynadaki”
Evet, yolu zorlu kılan gidenler için kalanlardır. Aynalarımızda daralan uzayan yollarımızdır, gidişlerimizdir. Hüzünlerimiz patikalarımıza ateş döker. Çünkü bizi çeken mazide, serüvenlerimiz yatar. Bir aynada kaç kez patikalar daralır ve patikaları dara düşüren kaç olay yaşanır? Ya patikalara pusu kuranlar ya pusulu patikalarımız?
Kim bilir?
Patikalarımız gönül bağlarımızdır; bir zaman diliminden bir diğer zaman dilimine. Bir mahalden bir diğer mahale. Saatler izsiz ve renksiz akar. Bir yaşamı sona doğru taşırken ya da savururken, alabildiğine habersizdir, dilsizdir, acımasızdır. Nice var ettiklerimizi unutur gider. Öyle bir gider ki hiç iz bırakmadan ve hiç yaşanmamış kadar unutkan.
“toprağı eşelerken sarkacı
saattin izini taşımaz
Zaman, kendi gerçekliğini, insanoğluna bir nice yolla hissettirir. Duygu dünyasını öyle bir işler ki kimi zaman ağız dolusu sevinç ve ışıklı bir dünya, kimi zaman da durmadan kanayan bir yara ve alabildiğine karanlık bir ufuk sunar insanoğluna. Her iki sununun da izleri derindir zamanın yüzümüzdeki patikasında. Levh-i mahfuzumuzdaki künyemiz bundan ibarettir. Şikâyetimiz de kaçışımız da tutsaklığımızda bunadır. Zamanın kendine dair bu derin izlerinden ne çok kaçarız ve ah ne çok kaçamayız. Ve ondan kurtuluş ne çok ütopyamızdır. Ve yine o ne çok imkânsızımızdır. O ise yüzümüzdeki patikasına ya da Levh-i Mahfuzumuza kahrolası izlerini, derin derin kazıyarak gider. Onun için günlüklerimiz, düşlerimiz, yüzlerimiz; bu derin izlerle ve ütopyalarla doludur.
Kaçsan kaç yazar? Durmanın olası var mı ki? Ya da firari serüvenler ne gün başlar? Nereden nereyedir göçü? Sahiden niçin bu firarı hal? Ne kadar mesafede bu serüven konulu rüyalar? Yoksa
“anahtarı kirpiklerine asılı bir rüyanın
ilk sözü serüven”
dediği kadar yakınımızda mı firari hal? Öyle olmalı.
Çünkü; İnsan düşünmeye başladığı gün itibariyle firaridir; ötelere, düşlere, düşüncelere, rüyalara, hayallere, uçsuz bucaksız iklimlere doğru hep göç yolundadır, hep göçebedir hem de duraksız bir göçebe. Gördüğü, görebildiği, ele alıp bir rüyanın kilidine anahtarı çaldığı gün göçebedir insan. Hem öyle bir göçebelik ki bazen, bir ışık hızı, bazen bir galaksinin döngüsü kadar, bazen de bir yorgun işçinin iş dönüşü hızında… Yeni düşlere, yeni diyarlara… Hem de yeni bir merhabaya ve elvedaya hazırlanarak… Bir yeni serüvene, bir hoş gelip, hoş bulmaya sevdalanarak. Ancak serüvenin yeri ve yönü ne yana olursa olsun her gidiş ayrılıktır, her güle güle bir ağlama halinin duasıdır, iyiye yorulan dilektir, güle güle kaçınılmazından;
“iç çekişlerinle büyüyen
patika aynadaki”
Evet, yolu zorlu kılan gidenler için kalanlardır. Aynalarımızda daralan uzayan yollarımızdır, gidişlerimizdir. Hüzünlerimiz patikalarımıza ateş döker. Çünkü bizi çeken mazide, serüvenlerimiz yatar. Bir aynada kaç kez patikalar daralır ve patikaları dara düşüren kaç olay yaşanır? Ya patikalara pusu kuranlar ya pusulu patikalarımız?
Kim bilir?
Patikalarımız gönül bağlarımızdır; bir zaman diliminden bir diğer zaman dilimine. Bir mahalden bir diğer mahale. Saatler izsiz ve renksiz akar. Bir yaşamı sona doğru taşırken ya da savururken, alabildiğine habersizdir, dilsizdir, acımasızdır. Nice var ettiklerimizi unutur gider. Öyle bir gider ki hiç iz bırakmadan ve hiç yaşanmamış kadar unutkan.
“toprağı eşelerken sarkacı
saattin izini taşımaz
duvardaki çivi”
Bir dünyadan bir dünyaya bir duygudan bir diğer duyguya giden en yakın yol zamandır. Zamanın bir ucu yaşamın başladığı yerde; diğer ucu, yaşamın aktığı son yerde.
“masada filizlenirken yeniden
zaman gözlerindeki”
Bu aralıkta ve ışık hızıyla; ne filizler boy verir? Ne filizler zamana yenilir? Oysa çok uzaklarda değil; yanı başımızda, hemen masada, masalarımızda. Ya gözlerinde büyüttüğümüz özlemlerimiz özlediklerimiz, özleyenlerimiz. Bütün bunlar içerisinde ne çok dünyalar ne çok kentler yaptık.. Kimilerini sakıncalı buldurduk, kimilerini biz sakındık. Kimi kentleri ne de el bebek gül bebek büyüttük. Ne “anlar” yarattık hiç el değmemiş… Ve nerelere gizlemedik ki;
“saksıda bekleyen sabah
kenti sakladım evime”
Gizlerimizi mahzenlerimizde aradık. Yetmedi yüreklerimizde aradık sakıncalarımızı. Çünkü bize dair ne varsa suçtu ve sakıncalıydı. Zaman uzadı yine. Vazgeçtik kendimizden ben adına ne varsa uzaklaştık. Küstük darıldık yorulduk. Ondandır;
“ gölgemde ararken kendimi
gömdüm
soyunduğum benleri”
Uzaklardan gelenleri kırdık. Yetmedi onları duymadığımız da oldu. “Ben’leri bırakırken yine çıplaktık. Ne gelenleri ne de ilahi bir el gibi gelen sunuları giyinebildik. Zaten kırmasak da kırıktı onlar bizim için.
“rüzgârın soluğu kapıda
ayın merdivenlerinden/inerken beyaz bayrağı
yumurtayı kırdım
gülüşünü sordum güneşe
sarıya içimdeki”
Yeni bir yaşam için, yeni bir yaşamı reddettik. Gülüşlerimiz uzadı bizden ama yok olmadı. Hep özlemlerimiz olmayı, hem de ölümüne özlemlerimiz olmayı sürdürdü. Sevdamızın ispatı için tanıklığına bir de güneşi ekledik. Mevsimleri yolcu ettik sokaklarımızdan. Gâh onlarla iliklerimize kadar kendimizi yaşadık, gâh koptuk bulunduğumuz âlemden. Ya maziye daldık ya da yarınlardan da “yarın”lı zamanlara uzadık. Düşler karıştı. Sokaklardan boy boy şarkılar geçti, resimlerin altındaki yerini alarak. Yeni bir döngünün sarmalında yaşam. Ve
“sonbahar mı
o sokaktan geçen
akşamın şarkılarını süpüren
resimdeki yabancı mı”
Bir mevsim daha çekiliyor sokaklardan. Hem de bir kovgun gibi. Hem de yabancı ellerin el becerisiyle ve el hızıyla...
Yeni bir arayış ve yeni bir yolculuk başlar. Patikalarda yeni serüvenler beklerken zaman ne ver ne yok siler yaşamdan her şeyi. Yeni şarkılara ve yeni öykülere beyaz bir sayfa açma derdindedir. Ama insan hafızalısı hep giden resimlerdeki seslerin tutkusundadır. Arar “belki”li bir sonucu bile bile. Evet, mazideki seslerin arayışında sonuç bellidir. Yitip gitmiştir o sesler. Aramak nafile. Ama olsun. Aramak-bulmak-bulmamak? Sahiden hangisi daha kutsal?
“sesindeki bakışları bulurum belki
masaldaki dağ yolları kıvrılırken adın adın
göğün çatlaklarında solarken mavi”
Yeni bir sevda için, gidilen her yol, kutsal değil midir hiç ayrımsız? Boşuna mı her arayışta bir mavi karaya döner ve bir dalganın çılgınca isyanı ve bir kelebeğin ömrüne razı gelir.
Sahiden yüzümüzdeki patikalarımız Levh-i Mahfuzumuz değil miydi?
Söz nereye varırsa varsın. Masmavi gökyüzü kararıncaya dek duygu denizi hep dalgalıdır. Her dalgası yeni bir patika çize çize dirilir.
Yüreğine ve kalemine sağlık Uğur Karaca.
Aziz ÖFGELİ
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
(Bireylikler 83. sayıda yayınlanmıştır)
Bir dünyadan bir dünyaya bir duygudan bir diğer duyguya giden en yakın yol zamandır. Zamanın bir ucu yaşamın başladığı yerde; diğer ucu, yaşamın aktığı son yerde.
“masada filizlenirken yeniden
zaman gözlerindeki”
Bu aralıkta ve ışık hızıyla; ne filizler boy verir? Ne filizler zamana yenilir? Oysa çok uzaklarda değil; yanı başımızda, hemen masada, masalarımızda. Ya gözlerinde büyüttüğümüz özlemlerimiz özlediklerimiz, özleyenlerimiz. Bütün bunlar içerisinde ne çok dünyalar ne çok kentler yaptık.. Kimilerini sakıncalı buldurduk, kimilerini biz sakındık. Kimi kentleri ne de el bebek gül bebek büyüttük. Ne “anlar” yarattık hiç el değmemiş… Ve nerelere gizlemedik ki;
“saksıda bekleyen sabah
kenti sakladım evime”
Gizlerimizi mahzenlerimizde aradık. Yetmedi yüreklerimizde aradık sakıncalarımızı. Çünkü bize dair ne varsa suçtu ve sakıncalıydı. Zaman uzadı yine. Vazgeçtik kendimizden ben adına ne varsa uzaklaştık. Küstük darıldık yorulduk. Ondandır;
“ gölgemde ararken kendimi
gömdüm
soyunduğum benleri”
Uzaklardan gelenleri kırdık. Yetmedi onları duymadığımız da oldu. “Ben’leri bırakırken yine çıplaktık. Ne gelenleri ne de ilahi bir el gibi gelen sunuları giyinebildik. Zaten kırmasak da kırıktı onlar bizim için.
“rüzgârın soluğu kapıda
ayın merdivenlerinden/inerken beyaz bayrağı
yumurtayı kırdım
gülüşünü sordum güneşe
sarıya içimdeki”
Yeni bir yaşam için, yeni bir yaşamı reddettik. Gülüşlerimiz uzadı bizden ama yok olmadı. Hep özlemlerimiz olmayı, hem de ölümüne özlemlerimiz olmayı sürdürdü. Sevdamızın ispatı için tanıklığına bir de güneşi ekledik. Mevsimleri yolcu ettik sokaklarımızdan. Gâh onlarla iliklerimize kadar kendimizi yaşadık, gâh koptuk bulunduğumuz âlemden. Ya maziye daldık ya da yarınlardan da “yarın”lı zamanlara uzadık. Düşler karıştı. Sokaklardan boy boy şarkılar geçti, resimlerin altındaki yerini alarak. Yeni bir döngünün sarmalında yaşam. Ve
“sonbahar mı
o sokaktan geçen
akşamın şarkılarını süpüren
resimdeki yabancı mı”
Bir mevsim daha çekiliyor sokaklardan. Hem de bir kovgun gibi. Hem de yabancı ellerin el becerisiyle ve el hızıyla...
Yeni bir arayış ve yeni bir yolculuk başlar. Patikalarda yeni serüvenler beklerken zaman ne ver ne yok siler yaşamdan her şeyi. Yeni şarkılara ve yeni öykülere beyaz bir sayfa açma derdindedir. Ama insan hafızalısı hep giden resimlerdeki seslerin tutkusundadır. Arar “belki”li bir sonucu bile bile. Evet, mazideki seslerin arayışında sonuç bellidir. Yitip gitmiştir o sesler. Aramak nafile. Ama olsun. Aramak-bulmak-bulmamak? Sahiden hangisi daha kutsal?
“sesindeki bakışları bulurum belki
masaldaki dağ yolları kıvrılırken adın adın
göğün çatlaklarında solarken mavi”
Yeni bir sevda için, gidilen her yol, kutsal değil midir hiç ayrımsız? Boşuna mı her arayışta bir mavi karaya döner ve bir dalganın çılgınca isyanı ve bir kelebeğin ömrüne razı gelir.
Sahiden yüzümüzdeki patikalarımız Levh-i Mahfuzumuz değil miydi?
Söz nereye varırsa varsın. Masmavi gökyüzü kararıncaya dek duygu denizi hep dalgalıdır. Her dalgası yeni bir patika çize çize dirilir.
Yüreğine ve kalemine sağlık Uğur Karaca.
Aziz ÖFGELİ
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
(Bireylikler 83. sayıda yayınlanmıştır)