7 Kasım 2018 Çarşamba

“Yüzümdeki Patika ya da Levh-i Mahfuzumuz”

Şair Uğur Karaca’nın “yüzümdeki patika”sında Çağrışım

Zaman, kendi gerçekliğini, insanoğluna bir nice yolla hissettirir. Duygu dünyasını öyle bir işler ki kimi zaman ağız dolusu sevinç ve ışıklı bir dünya, kimi zaman da durmadan kanayan bir yara ve alabildiğine karanlık bir ufuk sunar insanoğluna. Her iki sununun da izleri derindir zamanın yüzümüzdeki patikasında. Levh-i mahfuzumuzdaki künyemiz bundan ibarettir. Şikâyetimiz de kaçışımız da tutsaklığımızda bunadır. Zamanın kendine dair bu derin izlerinden ne çok kaçarız ve ah ne çok kaçamayız. Ve ondan kurtuluş ne çok ütopyamızdır. Ve yine o ne çok imkânsızımızdır. O ise yüzümüzdeki patikasına ya da Levh-i Mahfuzumuza kahrolası izlerini, derin derin kazıyarak gider. Onun için günlüklerimiz, düşlerimiz, yüzlerimiz; bu derin izlerle ve ütopyalarla doludur.

Kaçsan kaç yazar? Durmanın olası var mı ki? Ya da firari serüvenler ne gün başlar? Nereden nereyedir göçü? Sahiden niçin bu firarı hal? Ne kadar mesafede bu serüven konulu rüyalar? Yoksa

“anahtarı kirpiklerine asılı bir rüyanın

ilk sözü serüven”


dediği kadar yakınımızda mı firari hal? Öyle olmalı.

Çünkü; İnsan düşünmeye başladığı gün itibariyle firaridir; ötelere, düşlere, düşüncelere, rüyalara, hayallere, uçsuz bucaksız iklimlere doğru hep göç yolundadır, hep göçebedir hem de duraksız bir göçebe. Gördüğü, görebildiği, ele alıp bir rüyanın kilidine anahtarı çaldığı gün göçebedir insan. Hem öyle bir göçebelik ki bazen, bir ışık hızı, bazen bir galaksinin döngüsü kadar, bazen de bir yorgun işçinin iş dönüşü hızında… Yeni düşlere, yeni diyarlara… Hem de yeni bir merhabaya ve elvedaya hazırlanarak… Bir yeni serüvene, bir hoş gelip, hoş bulmaya sevdalanarak. Ancak serüvenin yeri ve yönü ne yana olursa olsun her gidiş ayrılıktır, her güle güle bir ağlama halinin duasıdır, iyiye yorulan dilektir, güle güle kaçınılmazından;

“iç çekişlerinle büyüyen

patika aynadaki”


Evet, yolu zorlu kılan gidenler için kalanlardır. Aynalarımızda daralan uzayan yollarımızdır, gidişlerimizdir. Hüzünlerimiz patikalarımıza ateş döker. Çünkü bizi çeken mazide, serüvenlerimiz yatar. Bir aynada kaç kez patikalar daralır ve patikaları dara düşüren kaç olay yaşanır? Ya patikalara pusu kuranlar ya pusulu patikalarımız?

Kim bilir?

Patikalarımız gönül bağlarımızdır; bir zaman diliminden bir diğer zaman dilimine. Bir mahalden bir diğer mahale. Saatler izsiz ve renksiz akar. Bir yaşamı sona doğru taşırken ya da savururken, alabildiğine habersizdir, dilsizdir, acımasızdır. Nice var ettiklerimizi unutur gider. Öyle bir gider ki hiç iz bırakmadan ve hiç yaşanmamış kadar unutkan.

“toprağı eşelerken sarkacı

saattin izini taşımaz


duvardaki çivi”

Bir dünyadan bir dünyaya bir duygudan bir diğer duyguya giden en yakın yol zamandır. Zamanın bir ucu yaşamın başladığı yerde; diğer ucu, yaşamın aktığı son yerde.

“masada filizlenirken yeniden

zaman gözlerindeki”


Bu aralıkta ve ışık hızıyla; ne filizler boy verir? Ne filizler zamana yenilir? Oysa çok uzaklarda değil; yanı başımızda, hemen masada, masalarımızda. Ya gözlerinde büyüttüğümüz özlemlerimiz özlediklerimiz, özleyenlerimiz. Bütün bunlar içerisinde ne çok dünyalar ne çok kentler yaptık.. Kimilerini sakıncalı buldurduk, kimilerini biz sakındık. Kimi kentleri ne de el bebek gül bebek büyüttük. Ne “anlar” yarattık hiç el değmemiş… Ve nerelere gizlemedik ki;

“saksıda bekleyen sabah

kenti sakladım evime”


Gizlerimizi mahzenlerimizde aradık. Yetmedi yüreklerimizde aradık sakıncalarımızı. Çünkü bize dair ne varsa suçtu ve sakıncalıydı. Zaman uzadı yine. Vazgeçtik kendimizden ben adına ne varsa uzaklaştık. Küstük darıldık yorulduk. Ondandır;

“ gölgemde ararken kendimi

gömdüm

soyunduğum benleri”


Uzaklardan gelenleri kırdık. Yetmedi onları duymadığımız da oldu. “Ben’leri bırakırken yine çıplaktık. Ne gelenleri ne de ilahi bir el gibi gelen sunuları giyinebildik. Zaten kırmasak da kırıktı onlar bizim için.

“rüzgârın soluğu kapıda

ayın merdivenlerinden/inerken beyaz bayrağı

yumurtayı kırdım

gülüşünü sordum güneşe

sarıya içimdeki”


Yeni bir yaşam için, yeni bir yaşamı reddettik. Gülüşlerimiz uzadı bizden ama yok olmadı. Hep özlemlerimiz olmayı, hem de ölümüne özlemlerimiz olmayı sürdürdü. Sevdamızın ispatı için tanıklığına bir de güneşi ekledik. Mevsimleri yolcu ettik sokaklarımızdan. Gâh onlarla iliklerimize kadar kendimizi yaşadık, gâh koptuk bulunduğumuz âlemden. Ya maziye daldık ya da yarınlardan da “yarın”lı zamanlara uzadık. Düşler karıştı. Sokaklardan boy boy şarkılar geçti, resimlerin altındaki yerini alarak. Yeni bir döngünün sarmalında yaşam. Ve

“sonbahar mı

o sokaktan geçen

akşamın şarkılarını süpüren

resimdeki yabancı mı”


Bir mevsim daha çekiliyor sokaklardan. Hem de bir kovgun gibi. Hem de yabancı ellerin el becerisiyle ve el hızıyla...

Yeni bir arayış ve yeni bir yolculuk başlar. Patikalarda yeni serüvenler beklerken zaman ne ver ne yok siler yaşamdan her şeyi. Yeni şarkılara ve yeni öykülere beyaz bir sayfa açma derdindedir. Ama insan hafızalısı hep giden resimlerdeki seslerin tutkusundadır. Arar “belki”li bir sonucu bile bile. Evet, mazideki seslerin arayışında sonuç bellidir. Yitip gitmiştir o sesler. Aramak nafile. Ama olsun. Aramak-bulmak-bulmamak? Sahiden hangisi daha kutsal?

“sesindeki bakışları bulurum belki

masaldaki dağ yolları kıvrılırken adın adın

göğün çatlaklarında solarken mavi”


Yeni bir sevda için, gidilen her yol, kutsal değil midir hiç ayrımsız? Boşuna mı her arayışta bir mavi karaya döner ve bir dalganın çılgınca isyanı ve bir kelebeğin ömrüne razı gelir.

Sahiden yüzümüzdeki patikalarımız Levh-i Mahfuzumuz değil miydi?

Söz nereye varırsa varsın. Masmavi gökyüzü kararıncaya dek duygu denizi hep dalgalıdır. Her dalgası yeni bir patika çize çize dirilir.

Yüreğine ve kalemine sağlık Uğur Karaca.



Aziz ÖFGELİ

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni


(Bireylikler 83. sayıda yayınlanmıştır)

yüzümdeki patika



anahtarı kirpiklerine asılı
bir rüyanın ilk sözü
serüven
iç çekişlerinle büyüyen
patika aynadaki

toprağı eşelerken sarkacı
saatin izini taşımaz
duvardaki çivi
masada filizlenirken yeniden
zaman gözlerindeki

saksıda bekleyen sabahı
kenti sakladım evime
gölgemde ararken kendimi
gömdüm
soyunduğum benleri

rüzgarın soluğu kapıyı
ayın merdivenlerinden inen
beyaz bayrağı
yumurtayı kırdım
gülüşünü sordum güneşe
sarıya içimdeki

sonbahar mı
o sokaktan geçen
akşamın şarkılarını süpüren yabancı
resimdeki
sesindeki bakışları bulurum belki
masaldaki dağ yolları kıvrılırken
adın adın

göğün çatlaklarında solarken mavi


Uğur Karaca, bireylikler, 82. sayı

9 Temmuz 2018 Pazartesi

ölüm kuşağı


seslenince gizlendiği yerden rüzgar
kalbimdeki dikenli tellere takıldı
yamalı mahpusluğum
soyunduğumda çıplak avuntumu
ülkemin elbiseleri hep paramparça 

sağ’ında ve sol’unda
bir resmin korumalığını yapardı kelimeler 
altında kara tahta

coğrafya dersinde kopya çekerken kaderim
uçurtmalara astım okul harçlığımı
beklemedim ben'i eğitecek acının hallerini
kanlı haritaların gölgesinden geçtim
o sınırsız hayallerden
bir defa daha büyüdüm
sorunca beyaza 
ölümün rengini

göz yaşlarımın alacasında
damla damla birikmiş zindanımda
bilirdim
yağmurun gelini gelirdi bulutlardan sonra
öğrendim
uçaklardan sonra ölüm kuşağı
bir yüzyıldan

bir yüzyıla

Uğur Karaca

Yuvarlağın İçindeki Şiir, 2. sayı

ölüm yükü


çünkü yorgunduk
yeterince yürümemiştik
gölgeleri ararken kaybolduğumuzu söylemedi kimse
fenerci de

çünkü inandık 
kokusuna yürüdük ölümün
ay geceyi hecelerken 
uzaktık 
gökten yağan elmalara kanmıştık
masal ülkesinin yolcularıydık

çünkü insandık
güneşi aradık içimizde
karanlığı beklerken hücrelerimizde
sustuk
bekçi de

çünkü yürüdük ölümü
bombalar da yürüdü
peşi sıra
kaderim de
gökten yağan şu ölüm
buldu bizi yüz yıl sonra
mabata’da

kimse inanmadı ölümün miras kaldığına

hamallar da

Uğur Karaca

Munzur (Dersim etnografya dergisi), 47. sayıda yayınlanmıştır.


hiç sevgili


kalabalık bir sessizlik bu aramızdaki
bilmem ki nasıl yazılır 
adınla adım arasındaki boşluğa
el değmemiş bir serüven

ay kendi rüyasında adımlarken zamanı
anıları susarmışız meğer
korkularımıza giydirdiğimiz aşkları
o maskesiz yalnızlığımızda
hiç kimsenin şiirini okuruz

masada susan iki yabancı gibi
aynı yağmuru saklar mıyız
gökler bu kadar uzakken çölümüze
aynı gözyaşında ıslanır mıyız
gözlerimiz misafirken birbirine

küçük hayaller kurarız belki de
kimsesizliğin tacı olur evsizliğim
sokağına kıvrılmış bir çıkmazda
aynadan sarkan benleri silinirim

kalemimden yontulan senleri giyinirsin

Uğur Karaca

Hayal Dergisi, 66. sayıda yayınlanmıştır.

Dil’e Ağıt *

Adil Okay


“kuşlar da gitti / hangi mevsimdeyiz şimdi / yağmuru kış / sobayı babamın eli bilirdim / kara
Kibritli izler adın / habersiz değirmenler eker susuz/ yellenirken ağaçlar / adresi başka / el yazısı benim değil / klavyemde parmak izleri / uçamayan kuşlarla yolladım mektubumu / bir hecesi fazla”     Uğur Karaca

Şair ve yazarların biyografileriyle ilgilenmeyiz pek. İlk ya da son sayfada genellikle özet olarak sunulan özgeçmişlere şöyle bir göz atar geçeriz. Kimi zaman çok sıradan görünen bir özgeçmişe sahip bir yazarın / şairin eserinde “bin ömürlük” biriktirmişlik sezilir. Anlarız ki düş gücü zengindir yazarın. Yaşamadıklarını da araştırarak, gözlemleyerek ve düş gücünü harekete geçirerek yazabilmiştir. Örneğin Behcet Necatigil’den Ali Yüce’ye kadar birçok başarılı şair – yazar ne hapse girmiştir, ne sürgüne yollanmıştır ne de savaşa. Ama yine de üretmeyi bilmişler ve bizi çağlar, sınırlar, sınıflar arasında yolculuğa çıkarmışlardır. 

Ernest Hemingway ise, bu örneklerin tam tersi bir yerde durur ve şöyle der: “Yazmak için yaşayın sonra da yaşadıklarınızı yazın”. O renkli, tehlikeli hayatlar yaşamış ve yaşadıklarını düş- gözlem gücüyle harmanlayıp yazmıştır. Ama elbette estetiği, edebiyatın olmazsa olmazlarını dikkate alarak. Yoksa ortaya çıkan metin şiir, öykü veya roman olmaz. Belgesel ya da biyografi- otobiyografi olur. 

İşte yeni keşfettiğim bir şair olan Uğur Karaca’nın şiirlerindeki şifreleri çözünce onun “hem anı bohçasının ezici ağırlığını, hem de düş gücünün zenginliğini gördüm. “Şifre” derken çok kapalı yazdığı sanılmasın Karaca’nın. İmgeleri yerli yerinde. Şiirleri boğmuyor.  Çağrışımlarla yolculuğa çıkarıyor bizi.

“Cümleler üşür/ ünlemsiz büyür çocuklar/ yoksun /suskun ve virgülsüz” (Kelimeler kenti s. 10)

Edebiyatta özellikle şiirde “Tema – anlam – konu – içerik önemli değildir. Dil’dir asıl olan” değerlendirmesine katılmadığımı da tekrar belirteyim. Biçemde – dilde yeni arayışlara, deneysel çalışmalara tabi ki açık olmak gerekiyor. Ancak “anlaşılmamayı marifet sayan, dil oyunlarında yolunu kaybeden” “şair”lerin şiirden uzaklaştıklarını düşünüyorum. Uğur Karaca bu tuzağa düşmemiş. Onun şiirlerindeki ana izlek Dil.  Bunu “Anadil yasağı” olarak da yorumlayabilirsiniz. Ve alt başlıklar halinde kan, katliam, göç, ayrılık, yoksulluk, çocuk, sevda ve sürgünü sayabiliriz. Bu nedenle yazımın başlığını “Dil’e ağıt” koydum. Zira Uğur Karaca’nın özellikle ilk şiir kitabı “Kelimeler Kenti”, (ikinci şiir kitabı da Merveda)  beni doğrudan bu başlığa götürdü. 

“Sürgündüm / Bir vagonun pasında yüzüm / munzur’un kenarında bir kurşundur sesim / balıkların beneği yaram…” (Uğur Karaca, Merveda. S.56)

Öyle ya kavramların, sembol ve simgelerin önemi var. Başlıkların, adların da öyle. Nasıl şiir sözcük damıtmasıysa, başlıklar da öyle olmalı bence. Dil’e ağıt yakan sadece dil’i yasaklanan halklar değil. Hâkim dilleri kullananlar da dönem dönem kendi dillerinin yozlaşmasından dert yanıyorlar. Mesela Fransa’da Kültür Bakanlığı radyolarda çalınan şarkılara yabancı dil kotası sınırı getirmiş. Hatta dilbilimcileri önlem alınmazsa 100 yıl sonra sadece İngilizce ve Çincenin bir diyalekti olan Mandarincenin kalacağı uyarısını yapıyorlar. UNESCO yıllar önce “Dünya Ana dil günü” vesilesiyle, kaybı NASA’nın kaybına eşit sayılacağını söyledikleri Maya’cayı kurtarma kararı almıştı. 

“Hangi dilin bekçisiydi şair / dilinde kurşun izleri / yüzyıllık kelimeler kırmızı” 
(Kelimeler kenti. S.13)





Peki UNSECO’nun görmediği, ulaşamadığı diller. Soykırım, doğal afet ya da asimilasyon yoluyla yok edilen ya da gelişmesi engellenen diller. İşte bu dillerden birine yani unutturulmak istenen anadiline göndermeler var Karaca’nın şiirlerinde. Ağıt-isyan- öfke var. Karaca ana dili olmayan Türkçeyi çok iyi kullanıyor. Şiirlerinde bu dilin en gizil, derin, mahrem kıvrımlarında ustaca geziniyor. Hani “Sanat biçimlendirmedir.” Denilir ya, şiir de (ve tabi genel olarak edebiyat) bu anlamda dilin biçimlendirilmesi, sözcüklerin sökülüp, dağıtılıp yeniden dikilerek yeni formlara büründürülmesi, yeniden inşası değil midir? Bu inşada dilin bütün olanakları entelektüel birikimle ve tabi düş gücüyle zorlanır. Sözcükleri yeniden çatarken kullanılan harç imgelerle renklenir.  İşte Karaca bunu başarmış.

“(…) dört kez bölünmüştü tek seferde / bölünmesin diye / asal sayılar biriktirirdim ülkeme / asılırken ömrüm afişlere tutundum / ders arası / simit yutan elemanıydı babamın / sesli harfler susarken eskirdim / sıramda düşler esir / Her göçte cebime iliştirilen bir kimlik / biz derken susardı ben / ıslak caddenin motifiydim / ya da yabancısı şehrin / her misafiri yeni işçi” (karaca, Kelimeler kenti. S.15)

“Merveda” adlı kitabının arka kapağında yazıldığı gibi: “Yaşadığı coğrafyanın sorunlarını dil sorunu halinde şiirleştirmek Uğur karaca’nın başlıca uğraşı olmuş. Hem kelime, harf, dil üzerinden benzersiz imgeler yaratmaya çalışarak betimlemeye çalışmış, hem şahsileştirerek bir ‘var olma mücadelesi’ olarak…” 

Bu arada hakkını yemeyeyim Dil –Kimlik sorunsalı yanı sıra “emek -sınıf” sorunsalına – gerçeğine de gözlerini yummamış şair. Ama elbette onu anlamak için tarih hatta siyaset bilgisi gerekiyor. “Yasaklanan dil(ler), harfler, Taybet ana, Çocuk Uğur, dört parçaya bölünmüş halk, Cumartesi Anneleri, iş cinayetleri, çocuk işçiler… bunlar kimdir, bilmeyenler, bilmemek, duymamak için evlerinin kapılarını, perdelerini sımsıkı kapatanlar ya da bilip de susanlar Uğur Karaca’nın şiirlerinden çok fazla keyif almazlar.

Nerden baksan yüzleri işçilerin / yüzyıllık elleri / trenin izleri / zilleri ya da çığlıkları toplar / dağlarda martılar / ölüm sırtında katırlar / en ağır yüküydü tarihin / yoktum / gittiğimde sen” 
(Kelimeler kenti, s. 11)

Sonuç olarak (iyi şiirlerin yanı sıra) “çok bilinmeyenli denklemler”in ya da “ağlak- arabesk” metinlerin şiir diye yoluma çıkmasından dert yanarken, Uğur Karaca’nın kitapları bana iyi geldi. Şiire ve insana dair umutlarımı arttırdı. Son sözü yine Karaca’ya vereyim. Şiir yolculuğuna devam etmesini dileyerek.

“ıslak bedenimde yangın cızırtısı / kaçarken tüm kelimeler / çöl ortasında sesler yaşlanır / dilimin kalkanı sus / çıplak odanın en karanlık köşesinde / haram bir ezgiyim ben / ya da paramparça bir yolculuğun toplamı / kentine yorgun bir durağım...

Ülkemdin beşinci parmağı kesik / yaramı sardım dikenli tellere / hangi yöne gitsem kanar kalbim / minarelerden kurşunlar üşüşür / hep aynı yerinden üşür yoksul çocuklar…” 

Mayıs 2018 
*Güney Kültür Sanat dergisi. S. 85.

künye: 
Uğur Karaca, Kelimeler Kenti, Şiir, Yasak Meyve yayınları, İstanbul, 2016.

Uğur karaca, Merveda, Şiir, Şiirden yayınları, İstanbul, 2017.

3 Mart 2018 Cumartesi

desmos

kırık aynadan topladım yüzlerimi
duruyor hala paslı bir tarihin çerçevesi
kamburunda taşıdığı uzaylı
kanıma giren bu boyasız ruj
ben miyim yoksa 
tozlu dudaklarımda silinmeyi bekleyen hece

(şimdi sen bu dizeden ayrı bir şiire gidersin
ayrı bir hikayeden gelirken yüzlerim)

sırtını dönmüş dolaba sakladığım magnetler
açlığından topladığım ne varsa 
telefon kablosuna asılmış kilit
kilidinden büyük anahtarlar
halkasına dolanmış ip ucu
bağların kör olduğu


çivi izlerimi saklamadım
kim bu yarayı söküp attı anlamadım
dolabını kaybetmiş çekmecelerde anılarım
adresler geri döner mi çöpleri karıştırsam
göçsem
geçmişe çıkar mı
söylesem
suların tersine aktığını
rüzgârların konuşmadığını

sadece mumların mutlu olduğunu

Uğur Karaca

merveda'dan

(Ediz Yenmiş'in Desmos adlı sergisinin rüzgarıyla)